Zerrin' in başka seçeneği yoktu. Çetin'in beyaz Afyon mermerli, altın kaplama musluklu, nakışlı havlularla dolu banyosuna gitti. Kafasını suyun altına sokarak kendine gelmeye çalıştı. Şantajcısını öldürdüğü an hatta Binnur'a kumpas kurduğu an karanlık tarafa geçmişti. Ha bir cinayet, ha iki ne fark edecekti? Ama yine de tonton bahçıvan! Allah beni kahretsin! Allah, Çetin'i de kahretsin! Her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdı. Bahçıvan konuşursa biterim! diye düşünüyordu.
dedi. Düğün günü, nikâh masasında bozulan sinirleri için eve gelen terapist yetmemiş bir de çok methini duyduğu bir profesöre danışacaktı. Adamcağız evlere gitmiyor sadece hastanede hasta kabul ediyordu. "ding" diye zil çaldı ve asansörün kapısı açıldı, iki kişi ve tekerlekli iskemlede bir hasta çıkınca, Binnur içeri girdi. Az sonra Zerrin, hemşireden yine gizli saklı insülini aldı. Kadın insülini enjektöre şırınga etmiş, ucunu tıpayla kapatmıştı. Kullanılmaya hazırdı. Zerrin, hastaneden çıktı, arabasına bindi. Eve gitti. Bu akşam bu işi yapmalıydı. Cem'i nasıl ortadan kaldırmıştı? Yakalanmamıştı da! Bunu da yapabilirdi. Ama Cem zaten uyuz, sinsi, pisliğin tekiydi. Yıllardır tanıdığı tonton bahçıvan Hidayet amcaya bunu nasıl yapacaktı?
"Allah kahretsin Yeşim! Allah kahretsin! Hep senin yüzünden! Nereden çıktın geldin! Ailemizin servetine, malına, mülküne ortak olmak ne demek?Sen kimsin ya? Sen kimsin? Kahrol! Niye gebermedin orada? Niye? Niye?"
diyordu.
Bu esnada Serdarlar eve varmıştı. Aydan Hanım, yolda karnımızı doyurduk demelerine rağmen onları neredeyse zorla sofraya oturttu. Fatma da, Yeşim de ev halkının kendilerine sıcacık davranmasıyla rahatladılar. Sanki 40 yıllık akrabalarıymış gibi samimi ve içten karşılamışlardı. Yolda köfte, ayran yedikleri halde onların şerefine ziyafet gibi donatılmış sofrayı görünce iştahları açıldı, çok yiyemeseler de yaprak sarmalardan tattılar. Yeşim'in sağ salim bulunuşu şerefine yapılmış çikolatalı pastadan da yediler.
diyerek herkesi güldürdü. Sonra da Kore anılarını anlatmaya başladı. Öyle tatlı anlatıyordu ki, daha önce de dinleyen ailesi bile ilk kez duyuyormuş gibi keyifle kulak veriyordu. Sonra aile, Yeşim'in maden işçisi olmaya nasıl karar verdiğini duymak istedi. Özellikle Serdar çok merak ediyordu. Yeşim de dergideki kadın maden işçilerinin onu nasıl etkilediğini ve sonra olanları anlattı. Konuşurken Serdar'la göz göze geldiğinde içinde kelebekler uçuyor, kaburgalarının acısı hafifliyordu. Çocukluk aşkının tam karşısında oturduğuna, onun evinde olduğuna, az sonra aynı evde uyuyacak olduğuna inanamıyor, rüya gibi geliyordu.
Yemek sonrası misafirler ebeveyn banyolu misafir odasına çekildiler. Kendi evlerinde tüp üstünde bakraçta su ısıtıyorlardı, annesinin eski evinde ise çoğu insanın hiç bilmediği, adını duymadığı odun yakılarak ısıtılan bakır banyo kazanı vardı. Fatma, musluğu açıp da, sıcacık su akınca aklına onlar geldi.
"Oy, oy, oy, musluğu açınca ıscacık su akıyo, Allah'ım gözüm yok ama konfor da ne hoş bişi. Kızım sen o mağaralardan çıktın bir güzel banyo yap, sonra da ben yıkanırım. Ondan sonra da uyu, dinlen. Doktor bir şeyin yok dedi ama ne olur, ne olmaz. Yirmi dört saat uykusuz kalmışsın."
dedi. Banyoda hem küvet, hem de duşa kabin vardı.
"Anne, ben küveti dolduracağım. Hiç küvette yıkanmadım."
deyince kadın itiraz etti.
"Olmaz kızım, ayıp olur. Misafiriz burada; kendi evimiz değil. Dünya neyim su israfı. Duşa kabinde yıkan bir güzel."
"Yaaa...anne?"
"Şştt...kızım olmaz diyosam olmaz."
dedi. Yeşim'in gözü bembeyaz küvette kaldı ama buna da şükür diyerek duşa kabine girdi. Tepesinden sıcacık su akarken, mağaradaki buz gibi suda nasıl titrediğini hatırladı. Ya ölseydi? Her şey bir mucize gibiydi. Ana, kız banyodan sonra saçlarını kuruttular. Yeşim'in gözleri kapanıyordu hâlâ çok yorgundu ve çatlak kaburgaları acıyordu. Annesi doktorun verdiği merhemi sürdü. Güzel kız, ağrı kesicisini ve kas gevşeticisini içti ve yatağa yatar yatmaz uyudu. Fatma da temiz giysilerini giyinip, aşağı indi.
"Allah razı olsun Aydan hanım, her şey için çok sağ olun. "
"Ne yaptık ki Fatmacığım, Yeşim nasıl?"
"Banyodan sonra hemen uyudu. Kaburgalarında çatlak varmış, merhem neyim sürdüm, ağrı kesici ilaçlarını da içti. Sağa, sola kıpırdadıkça çok acıyor. Elleri kırılsın, Allah'tan bulsun kızıma bunu reva görenler. "
" Ah, canım, uyusun bir güzel. Sakın sabah da erken kalkmasın. Biz dokuz, on gibi kahvaltı yapıyoruz. İyice dinlensin. Eşim zaten erken çıkıyor iş yerinde kahvaltı ediyor. Yüzünü gören cennetlik. Serdar da zavallı oğlum kendine yeni geliyor..."
"Hayırdır?"
deyince Aydan, düğün günü başlarına gelenleri bir bir anlattı.
"Ya, işte böyle. Çocuk hemen Soma'ya çiftlik evine gitti. Sizin oradaki göl var ya, ona terapi gibi geliyor, orada bir de Nuriye teyzesi var, Serdar'ı torunu gibi sever. Orada köpeğiyle uzun yürüyüşler yaparak, gitar çalarak kendine gelmeye çalıştı. Biz psikoloğa gitmek ister misin dedik ama istemedi."
"Vah, vah, vah Aydan hanımcığım çok üzüldüm inanın. İnsan çocuğunun tahtını yapar bahtını yapamazmış. Ama ben Serdar oğlumu çok iyi gördüm. Neşesi filan yerindeydi, Allah razı olsun kızımı da o bulup hastaneye yetiştirmiş. Hiçbirinizin hakkını ödeyemeyiz."
" Aşk olsun Fatmacığım kim olsa aynısını yapardı, ben eşimin hayatını senin rahmetli eşine borçluyum. Şükür atlattı çocuk ama Binnur'u hiç affetmeyeceğim. Neyse Fatmacığım işte böyle. Şimdi bizim Şenay hanıma söyleyeyim bir güzel çay içelim ha? "
Fatma ve Aydan, karşılıklı çay içer ve tatlı tatlı sohbet ederlerken, verandadan Serdar'ın gitarının sesi geliyordu. Evin erkekleri hanımlar rahat rahat sohbet etsin diye onları baş başa bırakmışlardı. Yeşim yukarıda deliksiz bir uykuya dalmıştı. Sağa sola kıpırdamamaya çalışıyordu yoksa kaburgaları, bıçakla kesiliyormuş gibi ağrıyor ve uykudan uyanıyordu. Serdar yolda annesini aradığı için, Sarman için bir köşeye kum kutusu koymuşlardı. Kumundan epey uzak bir yerde ise kuru maması ve temiz suyu vardı. Karnını doyurduktan ve bol bol su içtikten sonra yatağa zıplayıp, Yeşim'in ayağının ucunda uyumaya başladı. Tüm kediler gibi seyahat etmekten, araba motor gürültüsünden ödü kopan, travma yaşayan Sarmancık, seyahatin ve yeni bir yere gelmenin stresini on, on beş gün içinde atlatacaktı.
Zerrin ise ikide bir pencereye bakıp, müştemilatın ışıklarının kapanmasını bekliyordu. Nihayet beklediği oldu ve ışıklar söndü. Elleri titreyerek çantasından şırıngayı çıkarttı. Cebine koydu. Ufak çekmeceden yedek anahtarı aldı. Onu da cebine koydu. Parmak uçlarına basarak yavaşça kapıyı açtı ve odasından çıktı. Merdivenlere geldi. İki basamak inip, durup etrafı dinliyor ve arkasına bakıyordu. Duyduğu tek ses kendi nefesiydi. Neredeyse kalbinin atışlarını da duyacaktı.